Birden bire yere eğilip, yarısı içilmiş sigarayı hızlıca aldı adam. Yırtık ceketinin iç cebinden çıkardığı sigara kutusuna güzelce yerleştirdi. Sigara kutusundaki diğer yarım sigaraların yanına. Sert bir rüzgar, yola dökülmüş sarı yaprakları aniden yukarı kaldırdığında kirli, uzun beyaz saçlarıyla uzaklaşıyordu adam, elinde yakmaya çalıştığı yarım sigarasıyla.
Bir başka adamsa, oturduğu bankta buruşuk bir kağıttaki bozuk yazılara bakıp gülümsüyordu. Sonra ayağa kalktı. Yorgun bedenini bir iki adım itti dünyada. Durdu. Tekrar gülümsedi. Kağıdın, cebine koyarken düştüğünü fark etmedi. Gülümseyerek yoluna devam etti.
Sirenlerini sonuna kadar açmış eski bir ambulans, bir afişi yırtar gibi sessizliği yırtıp geçti.
Kör bir adam eliyle bulmaya çalışırken gideceği yeri, bir evin kapısına dokundu, kapıyı şöyle bir inceledi. Sonra yoluna devam etti.
Bir kadın odasının batıya bakan penceresinden dışarıyı izliyordu. Pencerenin önünden yine geçti geçen gün ki adam. İnsanlar ona Sir Bloedorn diyorlardı, aynı zamanda tuhaf adam bu Sir Bloedorn da diyorlardı ona. Kimi deli diyordu ona, kimiyse çok önemli biri. Kimi bazı güçleri olduğuna inanıyor, kimi ise bu adam işe yaramazın teki, diyordu. Karnına kadar uzanan beyaz sakalları, yaz günü bile üzerinden çıkarmadığı kırmızı yağmurluğuyla Sir Bloedorn tam bir muammaydı. İnanan da vardı ona, onu komik bulan da. Bazı tanrılar diyordu Sir Bloedorn, bana bazı tanrılardan daha çok inanan var. Ve tanrı olmanız için diyordu Sir Bloedorn, size inanan bir kişi olması bile yeterli.
Sir Bloedorn otobüs durağına oturdu. Beklemeye koyuldu. Otobüsler birer ikişer gelip geçtiler o istifini hiç bozmadan yerinde öylece oturuyordu. Çok geçmeden ayağa kalktı, giden bir otobüsün arkasından tükürdü. Çantasından bir şey çıkardı. Etrafına baktı, bir ısırık aldı sandviçinden. Sonra gökyüzüne baktı.
Kör adamlar, kadınlar ellerinde bastonlarıyla geçtiler. Bazılarının gözlerinde siyah gözlük vardı, bazıları ise bir diğerinin koluna girmiş beraber yürüyorlardı.
Saatler geçmeye devam ediyordu.
Sir Bloedorn hala duraktaydı. Sessizce etrafı izliyordu. Bir ara karnına kadar uzanan beyaz sakallarını çekiştirdi. Üzerindeki kırmızı yağmurluğun fermuarını boynuna kadar çekti. Elini çantasına uzatıp su şişesini çıkardı ve bir kaç yudum su içti. Sonra gökyüzüne baktı ve su şişesini oturduğu bankın üzerine koydu. Oturduğu bankta, ayaklarını oyun oynayan küçük bir çocuk gibi bir ileri bir geri salladı. Eliyle saçını düzeltti. Gökyüzüne doğru konuşuyor bir şeyler mırıldanıyordu. Gökyüzüne bakıp, sert bir şekilde hayır dedi, hayır! Sen yanılıyorsun. Tanrıyla tartışıyor olabillir miydi ki? Bu şiddetli tartışma elbette sadece Sir Bloedorn ve tanrının arasındaydı ama penceresinden Sir Bloedorn’u izleyen kadın bu tartışmada Sir Bloedorn'un haklı çıktığını düşünmüş olmalı ki gülümsüyordu adama bakarken.
Bir kuş uçtu Sir Bloedorn’un önünden yükseldi durağın üzerine kondu. Ardından diğer kuşlar da katıldı bu gösteriye. Kuşların gölgeleri dans etmeye başladı Sir Bloedorn’un üzerinde.
Ellerinde sigaralarıyla dört adam geçti. Takım elbiseli adamlardı. İkisi sigarayı aynı anda yere fırlattı. Küçük bir kız çocuğu annesinin elinden kurtulup oyuncakçı dükkanına fırladı. Köşedeki saat kulesine bakan bir adam saatini ayarlıyordu.
Çok geçmeden otobüs durağına iki kadın yaklaştı. Kadınlardan biri Sir Bloedorn’un yanına oturdu, diğer ise önünde durdu. Sir Bloedorn gökyüzüne bakmaya çalıştı, kadının geniş bedeni önünü kaplıyordu. Gırtlağından çok ilginç bir ses çıkardı Sir Bleodorn. Kadın, Sir Bloedorn’un rahatsız olduğunu anlamış olmalı ki gidip diğer bir banka oturdu. Kadın adamın ne yaptığına bir göz attı, sonra sırt çantasını bankın üzerine koyup , uzun siyah peruğunu, rengarenk ojeli tırnaklarını ve geceyi düşünmeye koyuldu.
Her şeyin bir anda olup bitmesi kadar hızlı değildi aslında. Mesela bir kelebeğin kanat çırpışındaki ahenk kadar yavaş ve narindi. Aynı kelebeğin boyut değistirirken çırptığı kanatları kadar da hızlıydı. O anda Sir Bloedorn orada olmayabilirdi ama oradaydı ve her şeyin oluş bitişi böylece başlamıştı. Yani olayların akışı değiştirelemezdi ya da şöyle denilebilirdi olayların akışını değiştirmek doğanın dengesini bozabilirdi, sonuçları ise katlanılamaz olabilirdi. Ama Sir Bloedorn, bir insanın geleceğinde kötü bir şey olacağını bile bile olaylara kayıtsız kalacak birine hiç benzemiyordu.
Duraktaki kadınlardan biri bağırmaya başladı birden bire, diğeri ise yerde bilincini kaybetmiş bir şekilde yatıyordu. Sir Bloedorn ne olduğunu hiç merak etmiyor ne olduğunu biliyordu. Bir tanrı gibi olaylara uzak kalmayı seçebilirdi ama o bunu tercih etmedi ve sakin bir tavırla yavaş yavaş ayağa kalktı, durağın etrafı oldukça kalabalıklaşmıştı. Ölüm çığlıkları oraya toplamıştı insanları. Kargaşanın içine doğru bir adım attı Sir Bloedorn. Kafasını göğe doğru kaldırıp tanrılardan izin almayı düşündü ama vazgeçmişti. Belli ki kendini, tanrılardan izin almayacak kadar tanrı hissetmişti.
Çevredeki insanlar deli diye düşündükleri Sir Bloedorn’a baktılar, onun burada ne işi var diye söyleniyorlardı ki Sir Bloedorn kalabalığı elinin tersiyle ittirerek yerde yatan kadına yaklaştı.
Kalabalık adamın ne yapmaya çalıştığını anlamak istedi ama elbette onu anlayabilecek şey yalnızca tanrılardı.
Sir Bloedorn kararsız bir şekilde elini kadının kafasına doğru uzattı. Ürkek bir tavırla hızlıca geri çekti. Tanrılar ile olan tartışmalarından sonra belli ki ya tanrılardan birinin, artık hangisiyse, emirlerini almıştı ya da tanrılardan birine, artık hangisineyse, kendisini kanıtlayabileceği bir fırsat doğmuştu. Sonra belli ki kafasında tüm ihtimalleri değerlendirmiş, tüm gücünü toplamıştı. Kendinden emin bir tavırla kadının kafasının tam üzerine doğru koyuverdi elini, hızlıca. Vakit kaybedemezdi, her şeyin çok hızlı olması gerekiyordu.
Çevredekiler korkuyla Sir Bloedorn’u tutup uzaklaştırmaya çalıştılar ama Sir Bloedorn o kadar güçlüydü ki bir ellerinin sonsuz kırışıklığıyla istese ağaçların köklerini derinlerinden söker, göğe ekerdi onları bir bir. İstese tahta kurularını bir bir ayıklardı içindeki iskeletinden. İşte o bu güçlü elleri bir kez daha kadının kafasının üzerine koydu. Yerde sessizce yatan kadının boyutlar arası seyahat eder gibi irkildi olduğu yerde. Kim bilir nerelere gitti, kim bilir kimleri ziyaret etti.
Kadının ağzından bir şeyler dökülüverdi yere. Işık dedi sanki, ve devam etti, ışıkları kapatın. Etraftakiler birden dehşete düşüp fısıldaşmaya başladı. Kimse kadının bilinçaltından dökülen bu kelimeleri anlayamadı.
Sir Bloedorn kalabalığa aldırmaksızın parmak uçları ile kadının kafasına dokunmaya devam etti. Kadının beyninin içinde neler olduğunu görüyordu. Kadının beynindeki damarlara parmak uçları değdi Sir Bloedorn’un. En zayıf olduğu noktadan kopan damarın iki ucunu tuttu ve birleştirdi birbirine Sir Bloedorn.
Sıradan insanların kavramayacağı olağanüstü niteliği olan sıradan cümlelerle açıklanamayan açıklansa da kulağa saçma gelen aynı zamanda kalabalığı rahatsız edip onları dehşete düşüren bir şey yaşandı herkesin gözünün önünde, aynı zamanda gözünün ötesinde.
Kadın aceleyle gözlerini açtı etrafına baktı. Bilinci geri gelen kadın, bizim bilmediğimiz bir yerden geri gelmiş gibiydi. Kopuk kopuk bir şeyler anımsayacaktı belki ama çok iyi sır saklayabilecek bir görüntüsü vardı kadının. Bir kaç saniye geçmeden usulca gözlerini kapadı, çok yorgun görünüyordu dinlenmeye ihtiyacı vardı.
Etraftaki kalabalık ise bu sırada,
“DELİ ADAMIN ELİ ŞİFALI’ diyerek çığlıklar atıyorlardı. Bu olaydan sonra kendini sonlandıran bir sır gibi afişe eden Sir Bloedorn’un sözlerinden biri bu şehirde ağızdan ağıza dolaşmaya başlayacaktı. Söyle diyeceklerdi; “GARİPLİKLERİ YAŞAMAK KAÇINILMAZDIR.”
Aynı anda.
Gücü tükenen Sir Bloedorn, yüzündeki çok eski bir ifadeyle bir kaç adım atıp insanlardan uzaklaştı. Bir kuytuda daha fazla dayanamayıp yere yıkılıverdi. Gözlerini gökyüzüne dikmiş boyut değiştirmeye hazırlanıyordu sanki. Benzi sararmış elleri titriyordu. Cebinden bir kağıt parçasını çıkarıp yere koydu usulca.
Bir yavaşlık bir tenhalık çöktü şehrin gölgelerinin üzerine.
Sir Bloedorn ayağa kalktı. Sağına soluna bakmadan karşıya geçti. Yere gözlerini dikti ve sonra eğilip yerde duran beyaz kâğıt parçasını alıp okumaya çalıştı. Kafasını kaldırdı o kadar yakındı ki penceredeki kadına aralarındaki tek şey bir pencere ve bir kaç adımdı.
Elinde tuttuğu kağıt ve sigara kutusundan çıkardığı yarısı içilmiş sigarasıyla bir gece gibi tek kelime etmeden uzaklaştı şehirden.
Yazan : Gunes Bloedorn
No comments:
Post a Comment